Tüketim, insan hayatının merkezinde yer alan hem önemli hem de dikkat edilmesi gereken bir kavramdır. İnsan üretmeye başladığında, tüketimin cazibesi azalır. Stres altındaki insanlar ise çoğu zaman tüketimle rahatlamaya çalışır. Emeklilik döneminde üretim azaldığı için insanlar, daha hızlı bir şekilde yaşlılık sendromuna girer ve sağlık sorunlarıyla baş etmek zorunda kalırlar. Hatta istifaların çoğunun tatilden döndükten sonra gerçekleşmesinin nedeni de budur; tatilde aşırı tüketim olduğu için yeniden üretmeye başlamak istemezler ve işten ayrılma kararını daha hızlı alırlar. Örneğin, tüm gün sohbet eden, alışveriş yapan veya eğlenen insanlardan üretim yapmaları istendiğinde kendilerini yorgun hissederler. Tüm enerjileri tüketime odaklandığı için üretimden uzaklaşırlar.
İnsanlar üretim sürecinde olduklarında daha mutlu, daha sabırlı ve daha hoşgörülü olurlar. İçsel bir huzur ve dinginlik yaşarlar. Çünkü insan, yaratılışı gereği üretmeye yönelik bir varlıktır. Ancak paradoksal olarak tüketim de hayatımızın büyük bir parçasıdır. Mesele tüketmek değil, ürettiğimizden daha fazla tüketmemektir. Evrensel yasalar gereği insan, ürettiği kadar tüketme hakkına sahiptir. Kazandığımızdan daha az harcama yapmak bize daha fazla üretim imkânı sunar. Örneğin, on bin kazandığımızda dokuz bin harcarsak, bir sonraki aşamada daha fazla üretme kapasitesine sahip oluruz.
Doğaya baktığımızda, hayvanlar ve bitkiler fayda üretmek üzere yaratılmıştır. Hiçbir hayvan ya da bitki doğanın dengesini bozacak bir atık üretmez. Ancak insan, yaratılmış olan her şeyi tüketebilen ve hatta tüketmeye odaklanmış tek varlıktır.
Günümüz modern dünyasında insanlar yalnızca tüketmeye odaklanmış durumdadır. İkili ilişkilerden ailevi ilişkilere, toplumsal ilişkilerden iş hayatına ve maddi tüketim alışkanlıklarına kadar bu durum kendini gösteriyor. Daha fazla kıyafet almak, daha fazla yemek yemek, daha fazla gezmek... İnsanlar daha fazla tüketerek daha fazla mutluluğa ulaşacaklarını düşünürler. Ancak sonuç tam tersidir; insan, tüketim odaklı bir hayat sürdüğünde daha mutsuz ve doyumsuz bir yaşam tarzı benimser.
Asıl mesele, gerçekten neye ihtiyacımız olduğu ve başkalarının ihtiyaçlarını da gözetmektir. İnsanlık, paylaşarak daha mutlu ve huzurlu bir yaşam sürebilir. İnsanlar, çoğu zaman kendilerini geçici hazlar üzerinden ödüllendirme eğilimindedir. Bu noktada kendimize sormamız gereken soru şudur: "Almak istediğim şey isteğim mi, yoksa ihtiyacım mı?" Ego dediğimiz ilkel benlik, istek üretme mekanizmasıdır. Daha çoğunu, daha iyisini, daha güzelini ister. İnsan bilinci kapanıp isteklerine göre yaşamaya başladığında ise istek ve ihtiyaç dengesini kolayca kaybedebilir.
Örneğin, modern ebeveynler çocuklarını mutlu etmek için onlara ne kadar çok oyuncak alırlarsa o kadar iyi olacağını düşünürler. Oysa çocuklar, genellikle en basit veya bozuk oyuncaklarla oynamayı tercih ederler. Bu, tüketim ve aşırılığın hayatımızdaki yansımasıdır. Bir yerde hiç oyuncağı olmayan bir çocuk varken, başka bir yerde bir oda dolusu oyuncağa sahip ama yine de mutlu olmayan çocuklar vardır. Aynı şekilde yetişkinler de aşırı kıyafet, ayakkabı ya da eğlenceye yönelerek kendilerini mutlu edeceklerini zannederler. Ancak bu insanlar genellikle sabırsız, telaşlı ve anlık zevklere odaklanır. İstediklerine ulaşamadıklarında ise agresifleşirler. Her iki durumda da mutsuzluk hâkimdir, çünkü mutluluğun ölçüsü sahip olduklarımızda değil, içsel tatmin ve paylaşımda saklıdır.
"Mutluluk, sahip olduklarında değil, paylaştıklarında saklıdır." — Mevlana
Bu durumu şu hikâyeyle daha iyi anlayabiliriz:
Bir padişahın oğlu, babasının zenginliği sayesinde hiçbir iş yapmadan hayatını rahatça sürdürmektedir. Babası, oğlunun tembel ve sorumsuz bir hayat yaşadığını fark eder ve ona çalışarak para kazanmanın değerini öğretmek ister. Bir gün oğluna, “Her gün bana bir altın getireceksin, ama bu altını kendi çalışıp kazanacaksın,” der. Oğlu çalışmak istemez ve annesine gider. Annesi ona bir altın verir ve o da babasına götürür. Padişah altını alır, sonra camdan fırlatır. Oğlu bu duruma hiç tepki göstermez. Birkaç gün bu şekilde devam eder, fakat babası her defasında altını camdan atar. Sonunda babası, “Gerçekten çalışarak kendi emeğinle kazanmadığın sürece getirdiğin altınlar camdan atılmaya devam edecek,” der. Bu kez oğlu gerçekten çalışmak zorunda kalır. Bir iş bulur ve zorlanarak bir altın kazanır. O gün kazandığı altını babasına getirir. Padişah altını yine camdan atmak için elini uzattığında, oğlu hemen atılır ve “Hayır, onu atma! Çok zor çalıştım, onu kazandım!” der. Babası da oğlunun emeğin değerini anladığını fark eder ve ona “Emeğinle kazanılan her şey değerlidir,” diyerek önemli bir ders verir.
Bu hikâye, günümüz tüketim toplumunun açmazını ortaya koyar. Daha fazlasına sahip olmak değil, bedel ödeyerek ürettiğimiz ve paylaşmayı bilmek bizi gerçek mutluluğa götürebilir.
Tüketim, doğru yönetildiğinde hayatı kolaylaştıran bir araç olabilir. Ancak kontrolsüz ve aşırı tüketim, bizi hem bireysel hem de toplumsal olarak mutsuz ve tatminsiz bir duruma sürükler. Hayatta asıl önemli olan ne kadar tükettiğimiz değil ne kadar paylaştığımız ve ihtiyacımız olanla yetinebilme kapasitemizdir. Üretim, paylaşım ve ihtiyacımız kadarını almak bizi daha huzurlu, mutlu ve anlamlı bir hayata yönlendirecektir.
"Tüketim, aklın değil arzunun esiri olduğunda yıkıcı olur." — Mahatma Gandhi
Gerçek mutluluğun kaynağı, sahip olduklarımızda değil, ürettiklerimizdedir.
Üretken ve verimli bir hayat dileğiyle, sevgiler.
Arzu Tarakcı