Bir zamanlar bir sofranın etrafında toplanırdık. Herkesin eli ayrı tabakta, gözü ayrı ekranda değil; göz göze, diz dize oturulurdu. Bayramlar sadece tatil demek değildi, dedenin elini öpmek, ninenin yaptığı baklavanın ilk dilimini kapma telaşıydı. Çocuklar halasının saçını örerken, dayısının dizine kıvrılıp masal dinlerdi. Ama artık o sofralar küçüldü, kalpler gibi...
Günümüz Türkiye’sinde akraba ve aile bireylerinin birbirinden uzaklaşması sadece yolların, şehirlerin, zamanın suçu değil. Bu, daha derin bir çözülmenin, değerlerimizden ve köklerimizden sapmanın, ‘bireysellik’ adı altında gelen bir yalnızlaşmanın eseridir.
Bugün pek çok evde huzur değil, sessizlik var. Bir odada çocuk, bir diğerinde anne-baba, herkes kendi ekranına gömülmüş. Dış kapının tokmağı aylarca sessiz, zil sesi artık yabancı.
“İnsanlar artık birbirine misafirliğe değil, yalnızlıklarını taşımaya gidiyor,” diyor biri. Haklı.
Bireysel mutluluğun kutsandığı, “kendin için yaşa” cümlesinin kutsal bir emir haline geldiği çağda, aile kavramı gölgede kaldı.
Halbuki aile, sadece aynı çatı altını paylaşmak değil; aynı acıya eğilmek, aynı sofrada doymak, aynı yastığa gözyaşı bırakmaktır.
Bugün hâlâ hayattaysa bir aile büyüğü; bilin ki Allah size hâlâ merhametli bir sınav sunuyordur. Çünkü o sadece bir birey değil; birleştirici, uzlaştırıcı, toparlayıcıdır.
Bir gün o sessizce çekildiğinde hayattan, onunla birlikte pek çok bağ da kopar. Birlikte oturulan bayram sofraları dağılır, misafirlikler unutulur, çocuklar “anne, bu kim?” diye sorar eski bir fotoğraftaki halasını göstererek…
Nihal Atsız der ki:
"Geçmişini bilmeyen, köksüz bir ağaç gibidir. Ne gölge verir ne meyve..."
Aile, geçmişin yaşayan hâlidir. Dedenin yüzündeki çizgiler, ninenin ellerindeki nasır, sadece yaşanmışlık değil; kuşaktan kuşağa geçen bir mirastır. Bu mirası kaybedersek, sadece insanlarımızı değil, kimliğimizi de yitiririz.
Kur’an’da şöyle buyrulur:
"Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. İsraf etme. Çünkü israf edenler şeytanların dostlarıdır."
— (İsra Suresi, 26-27)
Bu kopuşun sonuçları sadece bireysel değil, toplumsal yaralar açıyor. Dayanışma ruhunu kaybeden bir toplum, krizlerde dağılır. Herkesin “bana ne” dediği bir düzenin sonu, yalnızlık ve yabancılaşmadır.
Kendi çocuklarımıza dahi güvenemeyeceğimiz günler, aile sıcaklığını unuttuğumuzdan gelir.
Unutmayalım ki:
“Ev, içinde yaşanılan değil; hatıralarla inşa edilendir.”
Şeyh Sadi Şirazi der ki:
"Ana-baba varken kıymet bilinmezmiş; mezar taşlarını öpünce anlaşılırmış yüzlerindeki merhametin kıymeti..."
Bir kıssa anlatılır:
Bir derviş ustasına sorar:
— “Üstadım, bu çağda en büyük yoksulluk nedir?”
Ustası cevap verir:
— “Etrafı kalabalık olup da, kendini yapayalnız hisseden insanın hâlidir...”
Ve sonra ekler:
— “Bu yalnızlık evde başlar, evde biter.”
Bugün bir öze dönüş mecburiyetindeyiz. Bu sadece nostalji değil, bir hayatta kalma çağrısıdır. Aile bağlarımızı korumak, yaşlılarımızın hikâyelerini dinlemek, çocuklarımıza bu hikâyeleri aktarmak zorundayız.
Yoksa yarın, ekranlar açılacak ama kimse gözlerimizin içine bakmayacak. Bildirimler yağacak ama kimse hâlimizi sormayacak. Sofralar kurulacak ama kimse “yanıma otur” demeyecek.
Hayattayken, bir telefon açıp hal hatır sormak. Bayramları tatil değil, vuslat kılmak.
Çocuklarımızı; büyüklerinin ellerine değil, yüreklerine yaklaştırmak.
Çünkü başımızı koyacak bir diz kalmadığında, çok geç olabilir…
Ve unutma:
"Bir gün, hatırlayacak kimsemiz kalmadığında; biz de hatırlanmaya değmeyeceğiz..."
Ramak Kaldı / Samim İğde
Yorumlar 2
Kalan Karakter: