“Işık bazen hakikati değil, yalanı aydınlatır.”
Televizyonun sesi yükselir, ekran parlar, bir kuşak girer: reklâm kuşağı.
Adı üstünde “kuşak”… Ama neyi kuşanmış, neyi saklamış, neyi albenili bir ambalaja sarmış, hiç düşündünüz mü?
Bir zamanlar reklâmlar ara verirdi diziye, şimdi diziler ara veriyor reklâma.
Hâl böyle olunca, kuşak da kuşanmış parayı, dolanmış algıyı.
Reklâm kuşağında göz kamaştırıcı bir düzen kurulmuş:
“Yasadışıysa kötü, vergiliyse meşru!”
Kumar siteleri yasaklanırken, şans oyunları ekranın en parlak köşesinde el sallıyor.
Kumar aynı kumar ama etiketi değişmiş;
vergilendirilince “eğlence”,
vergisiz olunca “suç” sayılmış.
Oysa kötülük ne vergiyle temizlenir, ne bütçeye katkısıyla aklanır.
Kötü, her hâlükârda kötü;
iyi, en kuytu köşede bile iyi kalır.
Ama belli ki sistemin terazisi bozulmuş.
Vicdan yerine vergiyle tartıyor, reytingle ölçüyor.
Bir de diziler var…
Reklâm arası bitiyor, “hikâye” başlıyor.
Ama hikâye dediğin, artık birer “yaşam maketi.”
Her bölümde lüks arabalar, sonsuz entrikalar, silahın gölgesinde sevda;
fuhşun, şiddetin, ihanetin “dram” diye yutturulduğu bir dünyadayız.
Uyuşturucu bağımlısı bir karakter “derin bir ruh” olarak yansıtılıyor;
katil, “mazlum”;
ahlâksız, “özgür birey” kılığına sokuluyor.
Bir bakıyorsun, kötülük sadece meşrulaşmamış, alkışlanır hâle gelmiş.
Seyirci ise yavaş yavaş uyuşuyor;
kötülüğü seyrede seyrede, iyiyi yadırgar oluyor.
Böylece ekran yalnızca bir cam değil, bir ayna hâline geliyor — ama tersinden gösteren bir ayna.
O aynada biz, kendi yozlaşmış yansımamızı izliyoruz.
Ve şimdi gelelim o aynadaki suretlere…
Dizi ve filmlerin, reklâm ve tanıtım organizasyonlarının o güzel, o şirin, o parlayan oyuncu yüzleri var ya…
Onlar sormuyor belki ama ben sorayım:
Ne uğruna bu yüzler kiralanıyor?
Bir kremi satarken, bir kumarı meşrulaştırırken, bir markayı parlatırken vicdan hangi cümlede kalıyor?
Bir karakteri canlandırmak başka, bir yanlışı “normalleştirmek” başka değil mi?
O masum tebessüm, o reklâm yüzü;
gerçekte bir toplumun ahlâkına atılan yumuşak bir darbe değil mi?
Evet, herkes işini yapıyor belki…
Ama kimse yaptığı işin insanlığa maliyetini hesaplamıyor.
Oysa her ekranın ardında bir çocuk izliyor, bir genç etkileniyor, bir aile şekil alıyor.
Ve sonunda biz, “modern” bir çağda yaşarken, ruhen tüketilmiş bir toplum hâline geliyoruz.
Rahmetli Cemil Meriç’in keskin ifadesiyle:
> “Bir milletin kültürünü yıkanlar, onun silahını elinden alanlardan daha tehlikelidir.”
Her şeyin bir bedeli var derler ya…
Biz artık o bedeli para değil, değer olarak ödüyoruz.
Ekranlardaki ışıklar parlarken, vicdanlarımızın ışığı sönüyor.
Bu minvalde son sözüm;
parayı veren düdüğü çalsın, geleceği değil...
Ramak Kaldı / Samim İğde
Yorumlar 1
Kalan Karakter: