Baharında herkes çiçek açar. Seni sevdim diye mübarektir her sonbahar.
Gül tutmaya layık eller, sonbahara ev açan gönüller, ayaklarının altına serdiği renklerle çoğalan şükürler ve işte o muazzam sonbahar. Muhakkak ki yağmurun da bunda payı var. Yaprakların hafızasını silen de onlar. Hanımeli gibi bakan kalenin ucundan ayrılıp, dağları aşan imbatları ateşe verip, kalemin gölgesine bırakılmış sarı yapraklı defterleri fethetmek için bugün yağmurlu günün tam vaktidir dedim.
Erzurum'lu Emrah
“Aşk bir sarp kale
Ya alınır ya alınmaz” derken bir aşkın mevsiminde muzaffer olma ihtimalinin düşünü kurarken, kazanmak veya kaybetmekten bahsediyor olamaz diye içimden geçirdim. İhtimalin heyecanıyla yetinen, her daim yüreği zafere hazırlanan düşlerin güzelliğini seviyor olmalı. Büyük bir ihtimalle kaybedeceğimiz bir dünyada, bir yerlerde uyumaktan vazgeçmese bile, düşlerinde kızıla boyanmış aşkın ona verdiği yetkiyle yaşıyor olduğunu bilmek güzeldir. Kalbimin başını döndüren sarı ve kızıl yapraklara içim geçti. Şimdi aklıma Şeyh Galip’in sözü geldi. “Aşk ateşten bir denizi mumdan bir gemiyle geçmektir.” derken belki de kast ettiği, hayatın içinde aşkla bir gülümseme, yitirilmiş yüzümüze terennüm etmektir. Ahmet Hamdi Tanpınar: “ Aşk, hayatın içimizde gülümseyen yüzüdür.” diyor Huzur romanında…
İnsanın içinde ne varsa eksik, yüzüne yansıyan da odur. En insan tarafımız aşk olduğu gerçeğini hüzzam makamı sonbahara mı sormalıyım? Hummalı baharı sıradan, cılız bir kalp atışıyla ve dahası kaç maske altında uğurladık saydın mı? diye soran çimlerin de kafası karla karışık olmalı. Herkesin kör ve sağır olduğu bir çağda seni duyan var öyle mi!? İsmet Özel’in deyişiyle: “Aşklarımız ve inançlarımız işgal altında.” Düşlerin gülümseyen, gülümseten tarafına denk düşen bahara söylenmesi gerekenleri söylerken tüm işgallere karşı koymanın tek yolu aşktır en nihayetinde.
Savrulan, kopan, incelen, bitmekte olan, düşecek ne varsa tutacak olan da içimizde ki aşktan başka ne olabilir ki? Çiçeğin ayaklanmasına, yukarıdan toprağa bakıp taarruza geçmesinin de tek sebebi aşktır. Zemheri kendi türküsünü söylemeye devam ederken, mengenede sıkışıp kalan ruhumuzun azabına son veren o bahsi geçen su, sızıyı gideren…
Doğrulmak eğer bir şenlik olmaktan çıkıyorsa, anlamaktan vazgeçmiş olmalıyız dalında solan çiçeği. Bir insanı anlamaktan geçiyor ilk kazanç, ilk zenginliğimiz. Anlamanın keyfini kaçırdığımız da, gelecek bahara da çok sıkı kulaç atmıyor kalpten gelen küreklerimiz. Yaşama duyulan ürkekliğimizle aynı seviyede sanki, duvara doğru yüzünü dönen çiçeklerimiz. Akşamdan kaçarken geceye tutulmak değilse, yıldızlardan bulutu ayırmaya çalışırken çarpmış olmalı sinesine, saksıda kurumaktan içi sıkılan menekşemiz…
Lütfedip dünyamıza gelmiş sayısız yaprağın altına gizlenmiş nice canlar var. Kuramadığımız cümleleri peşine takıp Ekim değilse Kasım'da dem almak isterse kime ne zararı var? Az önce yine bir damlanın ardı sıra dilime dolanan şarkının sözleriyle canı anlatsın sonbahar, dinlesin gelecek kar.
“Nihansın dideden ey mesti nazım
Bana sensiz cihanda bu can ne lazım “
Canansız bu canın özlemi biterse, eli böğründe uyanacaktır kahrın. Sonbaharın sesine dönecek olursam, beyhude taşınmaz onca yıl o can, canda yok ise canan. Dalların arasına tüneyen böceklerin de bundan haberi olmasa, bir ömrü başka bir ömre ekleyip belki de hiç gelmeyecek mevsimi hep bekleyeceğiz. Kenarları yanmakta olan üzüm yaprağıyla aynıdır acısı, şimdi ve sonra da çekeceğimiz. Ne sanıyoruz ki canda cananı? Hevesten ve tenden ötede bulduğun hazinenin tam da içindeyiz. Canın en yüksek mertebesine çıkıp seslenen Fuzuli’nin sözlerinden sonra ne demeliyiz!?
“Cân kim cananı için sevse cananı sever
Cân için kim ki cananın sever canın sever”
Dünyayı tüm çıplaklığı ile gösteren sonbaharın, gölgemizi hüzünle boğan zifiri gecesine geçmeden önce, hayatın aydınlık tarafıyla yüzleşmek lazım. Görmediğimizi gösteren, duymadığımızı duyuran, güzün güle açtığı duvağı kaldırıp, kedilerin bıyıklarıyla övündüğü o biricik sandığımız sahnelere mi baksak? Düşünüyorum, zerreden nasıl Kaf Dağına varılacak? Eksik bir hikâyeyi okuyor gibi yollar da ki çatlak. Kışlık kavanozlar tamam da şuraya da mökkem harç mı karsak?
Kuruduğunu söylediğimde, hayır demişti Hasibe nine, sen onun köklerine bak! Anlıyordum onu da, yarım kalmış bir hikâyesi vardı. Yarım açmış kapılarını ama hep inanmış. Tenhasında kalan telaşları abartmış biraz. Geç kaldığını söyler dururdu. Taş olsa ağırlardım derdi, çünkü bu hayatta en acımasız duygudur geç kalmak. Anlamını yitirme kelimelerin, cümleler kurulur ama bir sonbahar günü bakarsın ki, yere düşen sadece yapraklar değil, ciğerden de biraz biraz…
Hava kararmak üzere ama ben halâ sılayım kendime. Menzilin önünü kapatan şu incir ağacıyla bir olan ceviz yapraklarıdır. Gizler ülkesi kurmuşlar, ölümü ırağa koyup kaçmışlar. Orhan Veli gibi anlatamıyorum ben de. Hilmi Yavuz’da hüzne fazla mı yüklenmiş? Ne iyi etmiş!
“Hüzün ki en çok yakışandır bize. Belki de en çok anladığımız.”
Gidenlerin hepsi aynı yerde mi toplanıyor? Sahi gördünüz mü? Geçti mi sizin vadiden? Çam yeşilini severdi, kahve rengini de. Üzerinde bu sabah ne vardı bilmiyorum. Ondan önce ki bütün sabahları bilirdim oysa. Geride bıraktığı beni, hayır hayır kenti sordu mu? Camlarına yağmur vururken vicdanı çekilmiş gibiydi. Kederli değil hüzünlü, hüzünlü değilse bezgindir şimdi. Kuytu köşelerine rast gelen kim varsa, düşme kalkma dünyası, desin ona birisi…
Ah şu yağmurlar! Yangını da onlar çıkartıyorlar. Çünkü sevgilinin gözleri arasında iki damla olmanın ne büyük bir nimet olduğunu biliyorlar. İmdat çığlıkları atan kuşlara buğday serpen çocuklar kadar masum değil sonbaharda yağan yağmurlar. Feryadı duyup sessiz kaldığımız ne çok kötülük var. Günbegün büyüyen zehirli sarmaşıkları budamadığımız için, sonbaharı suçlu mu ilan edelim? Göçe hazırlanan iyi niyetlerin önünü bir an önce keselim…
Kapının önünü kapattığı yetmiyormuş gibi hışırtılı sesler çıkaran yapraklar mevsimi. Ruhumuza hitap eden bir varoluşun da ifadesi. Bu mevsimde dağlara koşmak, özüne koşmak gibidir. Hırpani gibi görünüyor değil mi? İşte bu kendimize söylediğimiz yalanlardan birisi. Düştüğümüz kuyudan yükselen çığlığın sesleri. Dünyanın saatini kendimize kurmaktan, kendimize kalmayı unuttuk sanki. İnsanın kendi gerçeğini fark ettiğinde, başka insanları da duymaya başlıyor. İçinde sevgi olmayan mutfak, sevda sinmemiş duvarlar, merhamet konmamış pervazlara benziyor hayatlar. Çoktandır bir kalbimiz olduğunu unuttuk, ispat etmeye bile çalışmıyoruz. Güz bize, gücü olan inançların ayakta kalabildiğini gösteriyor. Ve asıl yoksulluğun da, yaşamayı azaba dönüştüren zihnimizin, derin uykuda olduğunu. İsyanın depresyona sürükleyip, ruhun depreme dönüşmesine sebep. Yağmuru çalınmış, güneşi hırpalanmış, yıldızı sönmüş bir gökyüzüne mahkum olduğumuzu sanıyoruz. Mavisinde, ışığında ve hatta susuşunda ki huzura neden talip değiliz?
Konuşmadığım bir diken kalmıştı. Bahçe kapısında beni bekliyor. “Merhaba iyi akşamlar” Nimet abla da kapıda. “korkuyorum birgün şu dikenli teller sana cevap verecek” derken bastı kahkahayı. Hanımeli dolanırken tellere, sararken o mis kokulu sarmaşıkları iyiydi değil mi? Tebessüm etti…
Gülten Akın’nın söylediği gibi:
“kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlama”
Her şeyi öğrenmişiz. Her şeyden haberimiz var, her şeye sahipte olabiliriz. Her konuda fikir coğrafyası binlerce oda kurmuşuz. Her adresi kolayca bulabiliyoruz. Fakat biz yine neden eksiğiz? Hep o suya düşen yaprak mı? Lodosa boyun eğen ağaç, kırılan, çatlayan dallar mı? Hayatımıza eklemeyi unuttuğumuz yahut ihmal edip görmezden geldiğimiz yapı taşına benzeyen bir şey var. Baharı dahil etmek herkes için oldukça kolay ama! O kendiliğinden de çiçek açar.
Sonbahar soruyor:
“Sevmiyorsanız, ömrünüzün nerede kıymeti var? Ah şu sevmeyi bilmeyenlerin icadı olan yalnızlıklar! Gökyüzüne bakmayıda mı akıl edemiyorlar?”
Eda Tosun
Yorumlar 2
Kalan Karakter: