Trinidad Tobago ve Moritus’ta yapılan yerel spor müsabakalarının, halkı birbirine nasıl kenetlediği ile ilgili akademik bir makale okuduğumu hatırlıyorum. Fakat spor taraftarlığı, toplum için her zaman olumlu sonuçlar doğurmuyor maalesef; toplumu ayrıştırmak ve manipüle etmek için kullanıldığı da oluyor.
Mesela FETÖ’nün FB’yi ele geçirme niyetinin ardında bu vardı. Pek çok futbolcuya kanca atmasının nedeni de biliyoruz ki aynıydı. Eski İtalyan başbakanlarından Berlusconi öldüğünde hakkında bu köşeden bir makale yazmıştım. Milan Kulübü’nün başkanlığını yaparak popülaritesini nasıl arttırdığından bahsetmiştim. Galatasaray Başkanlığını elde edemeyen Cem Uzan’ın, kötü bir Berlusconi taklidi olduğundan da...
Dolayısı ile yeri geldiği için futbol ile ilgili o çok bilindik cümleyi tekrar etmek istiyorum: “Futbol yalnızca futbol değildir.” Futbol aynı zamanda bir sektördür. Futbol aynı zamanda siyasettir. Futbol aynı zamanda dıştan uyarılmalarla, kızıştırılmış öfkeyle kolayca mobilize olabilen kalabalıklardır.
Gelelim konunun güncel olaylarla ilgili kısmına: Malum Suudi Arabistan’da oynanmayan bir GS-FB maçı var. Gazze gösterisi sırasında bir gencin, göstericilerden birini “Arap sevici misin sen? Türküz biz.” diyerek yumruklaması olayının oynanmayan maçla benzer tarafları var aslında.
Önce maç ile ilgili bir şeyler ifade edeyim: Futbol Federasyonu Başkanı, kupa finalini yurtdışında oynama teklifi sunuyor. Fenerbahçe Spor Kulübü başkanı Ali Koç, Katar’da yeterli sayıda seyircinin olmadığını, Suudi Arabistan’ın tek uygun lokasyon olduğunu belirtiyor. Daha sonra Suudi makamlarıyla temasa geçilip, karşılıklı olarak bir protokol imzalanıyor ve maç organizasyonu yapılıyor. Maça birkaç gün kala takımlardan biri ısınırken üzerinde Atatürk silueti olan t-shirtler giymek istediklerini, diğeri ise sahaya “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” pankartıyla çıkmak istediklerini bildiriyor. Suudi yetkililer ise maçın, imzalanan kontrat çerçevesinde oynanması gerektiğini söylüyor.
Peki, Suudi yetkililer Atatürk’ü sevmedikleri için mi böyle bir tutum sergiliyor? Doğrusu Arabistan’ın mensubu olduğu Selefilik mezhebinin bir kısmı radikal düşüncelere sahip… Hatta Türklerin sakat bir itikada sahip olduğunu düşünüyorlar. Türklerin ölüleri için türbeler yaptırması, tarikatlara girmeleri ve laiklik yüzünden Türklere kâfir olduklarını söyleyen Selefi gruplar var.
Ama Suudi yönetimindekilerin çoğu için bunların hiçbir önemi yok. Öncelikle onlar “liberalleşme” eğilimindeler. Cidde’de, Riyad’da marjinal rock konserlerine yüzbinler katılıyor. Veliaht prens Muhammed bin Salman, beş yüz milyon dolarlık yatında bir harem dolusu kızla çılgın partiler verdiği için kendisini eleştirenlere, “Ben bir münzevi değilim.” diyor. Peki ya diğer prensler… Yurtdışında aşırı dozda uyuşturucudan öleni var, eşcinsel sevgilisine işkence yaptığı için başı derde gireni var. Var da var. Suudi Arabistan Mekke ve Medine’den ibaret değil yani. Şeriat dedikleri şey yalnızca fakirler ve yabancılara uygulanıyor.
Peki ya futbol? Suudi Arabistan futbolda markalaşma çabası içinde. Daha önce Suudi işadamları bazı Avrupa takımlarını satın alıyordu. Ama artık Suudi takımlara astronomik ücretlerle yıldız futbolcular transfer ediliyor. Ronaldo dâhil pek çok gayrı-Müslim futbolcu ülkede top koşturuyor. Ne ülke yönetiminin, ne Suudi Futbol Federasyonu’nun ne de taraftarların, izledikleri futbolcuların dinleri ve ideolojileri umurlarında değil. Hal böyleyken ve bir dünya markası olma için çaba sarf ederken, Suudi futbol makamları neden doğrudan ve yalnızca Türk futbolcularına ve Atatürk’e tepkili olsunlar?
Aslında olan şey bu değil. Adamlar, “FİFA kurallarına uygun, karşılıklı imzalanmış bir protokol var, bunun dışına çıkılmasın.” diyor. Ama birileri, “Bak Araplar da Türkleri sevmiyor. Sen hala Arap sevicisi misin? Başlatma Hamas’ına da Filistin’ine de.” demeye getiriyor.
“Arap sevici misin?” gerçek bir soru değil aslında. Bir şeyin “sevicisi” olmak, daha soru sorulurken olumsuzlanıyor. Öyle ya bir şeyi sevmek ayrı, sevicisi olmak ayrı… Sevdiğinde iyi bir şey yapıyorsundur. Ama sevicisiysen, içici gibi, madde bağımlısı gibi bir şeysindir. Sevici olmaman gerekir.
Peki, biz Hamas’ı sevenler, biz Filistin’e destek verenler “Arap sevicisi” miyiz? Bir ırkın mensuplarının tamamını koşulsuz mu seviyoruz?
Yoo, hayır… Kendi vatandaşı olan bir gazeteciyi önce kıtır kıtır kestirip, sonra asit kuyusunda erittiren Muhammed bin Selman’dan nefret ediyoruz mesela. Ya da bir saray dolusu Ukraynalı seks kölesi olan Muhammed bin Zaid’den ve Siyonist Arapların hepsinden de nefret ediyoruz. Esat’tan, Maliki’den ve Sisi’den… Ama Hz. Muhammed ve ashabını seviyoruz. Mazlum Filistinlileri, Yemenlileri, Libyalıları, suçsuz günahsız Iraklıları neden sevmeyelim?
Koç Ailesi’nin Yahudi Naumlarla ve Bilderberg ile ilgisi pek çoğumuzun malumu. Masonik çevrelere yakınlığı bilinen İnan Kıraç’ın, Galatasaray Lisesi’nin kuruluş yıl dönümünde “Türkiye’yi biz yönettik.” dediği iddia ediliyor.
Türk kamuoyuna göre en büyük tehdit ABD, en sevilmeyen ülke ABD. O halde neden üretilmiş bir “ABD seviciliği” ya da “Siyonist sevici” kavramı yok? Mantıken böylesi olumsuz kavramların öncelikle en sevilmeyen için üretmiş olmak gerekmez mi?
Bu arada, İngiltere Arap ülkelerine vize kolaylığı getirme kararı almış. Biz istediğimizde kırk dereden su getiren İngiltere, mevzu Araplar olunca “Ülkeye girişte on dolar ödemeniz yeterli.” diyormuş. Neden? Çünkü bunlar da Arap sevici.