“2001 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatmasından sonra bir bankacılık krizi yaşandı.” denir. Aslında bu olay bardağı taşıran son damladan ibaretti. Öncesinde zaten olan olmuştu; sahipleri, kendi bankalarının içlerini boşaltıp, iflas noktasına getirmişlerdi. Ülkede bankaları denetleyen kendi teftiş kurulları, iç kontrol bölümleri, dışarıdan denetim yapan bağımsız denetim kuruluşları, BDDK, TCMB ve Maliye vardı. Ama hepsinin gözü önünde bazı patronlar, kendi bankalarını soyup soğana çevirmişti. Fakat bu olay sonrasında bankalar, en iyi denetlenen kurumlar haline geldi. Sonraki yıllarda dünyada ardı ardına finansal krizler yaşandı. Ülkemizdeki bankaların sıkı biçimde denetlenmeye başlanması sebebiyle hiçbir yeni banka iflası görmedik.
Atalarımız, “Bir musibet bin nasihatten evladır.” demiş. Bu atasözü, yukarıdaki örneğe tam olarak uyuyor. Lakin ülkemizde yaşanan diğer musibetler için aynı şeyi söyleyebilmek pek mümkün değil. Manisa’da, Zonguldak’ta, Amasya’da, Bartın’da ve Türkiye’nin her bir yanında defalarca maden kazaları yaşamış olmamıza rağmen, gereken dersi alamadığımızı gördük. Erzincan, İliç’te… Denetlenebilmeleri için kanunlarımız, ilgili bakanlıklarımız ve uzmanlar, firmalar nezdinde iş güvenliği uzmanları yani neredeyse her şey var. Ama yine de gerçek bir denetim yok.
Yakın zamanda aynı maden, siyanür havuzundan toprağa sızıntı olması sebebiyle yine gündem olmuştu. Madenin yakınındaki Çöpler Köyü köylüleri ve hatta İliç İlçesi’nin tamamına yakını artık tarım ve hayvancılık yapamamaktan, arıcılığın bölgede öldüğünden şikâyetçi. Ama bugüne değin duyan olmamış. Siyanür sızıntısı sonrası ÇED Raporu oluşturulmasına gerek duyulmamış. Madenin, Fırat Nehri’ne uzaklığı metreler mesafesinde. Siyanür havuzunun suyu Fırat’a karışsa; Türkiye’yi, Suriye’yi, Irak’ı zehirleme riski var. Ama o havuzun oraya yapılmasında hiçbir sakınca görülmemiş.
Evet, dediğim gibi; kurumlar, kanunlar, yönetmelikler, denetim için görünüşte her şey var. Ama zihniyet olmayınca, bir denetim kültürü olmayınca bunların hiçbiri işe yaramıyor. Çöp… Maden işletmesinin büyük kısmı Anatolia Minerals Development adında bir şirkete ait. Onun asıl sahibi ise Rio Tinto adında dev bir firma. Yalnızca madencilik konusunda değil, pek çok sektörde bilinen bir dev. Kanada’da, Avustralya’da ya da gelişmiş ülkelerin hiç birindeki madenlerinde uzunca bir süredir böyle bir kaza olmamış. Neden? Çünkü o ülkelerin madenciliğinde gerçek bir denetim mekanizması var. Hiçbir şey insanların vicdanına bırakılmamış.
Yalnızca madencilik değil… Gereği gibi denetlenmediği, zamanında müdahale edilemediği için içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağına dönen pek çok konu var ülkemiz gündemini meşgul eden. Bunlardan birkaçına değinmeden bu haftaki yazımı bitirmek olmaz.
Market fiyatları örneğin… Zincir marketler, pek çok ürünün fiyatının artmasının sorumlusuymuş. İyi de bunlar her mahalleye birer ikişer açılıp on binin üzerinde şubeye sahip olana kadar neredeydiniz? Bunlar hem nakliyeden, hem kendi kendilerine aracılık faaliyeti yürütmekten hem de satıştan para kazanıyormuş. Bu kazanç fahiş miktardaymış. Olabilir. Adamlar bu iş modellerini oluştururken karşı çıkan olmamış, hiçbir yasal sınırlama getirilmemiş. En sonunda da piyasa yapıcı hale gelmişler. Bunlar ticari firma, kar maksimasyonunu amaçlayacaklar, büyümek isteyecekler elbette. Sonuçtan onlar değil, yasal otorite sorumludur. Denetleyeceksin, yeri geldiğinde kısıtlayacaksın.
Sokak hayvanları meselesi… Zaman zaman kedilere ve köpeklere yapılan kötü muameleler basın bültenlerine yansıyor. O hayvanlara işkence eden kişilere bende öfke duyuyorum. Ve hayvanları ben de çok seviyorum. Ama her yere kedi köpek yuvası yapmak, her yere mama bırakmak, bu hayvanların popülasyonunun sürekli artmasına neden oluyor. Belediyeler, şehirlerin her yerine hayvan evi yapmak kadar, nüfuslarını belli bir sınırda tutmak için sürekli olarak kısırlaştırmaya da bütçe ayırmalıydı. Artık iş çığırından iyice çıktı maalesef. Her bir hayvanın kısırlaştırma maliyetinin birkaç bin lira olduğu düşünülürse, artık insanlara sürüler halinde saldıran köpek popülasyonunun yalnızca kısırlaştırarak kontrol altına alınabilmesi mümkün görünmüyor. Yeni köpek saldırıları olmaması için tehlikeli biçimde dolaşan köpek sürüleri, en acısız biçimde itlaf edilmeye başlanmalı. Biliyorum, kamuoyunun büyük kısmı buna karşı. Hayvan itlafı da büyük tepki çekecek bir yöntem. Ama artık bir eşik aşılmış durumda.
Son olarak sığınmacılar sorununa da değinmek istiyorum. Beni tanıyanlar bilir, ne ırkçıyım ne de yabancı karşıtlığım var. Hatta zamanında Suriyeli sığınmacılara yardım etmişliğim de vardır. Fakat bu konuda da bir denetimsizlik olduğu çok açık... On iki yıl önce Suriyeli, Iraklı sığınmacılar sınır kapılarından geçmeye başladığında, bunların doğrudan şehirlere yerleştirilmesi bir hataydı. Bunların önce meskûn mahallerdeki geçici barınaklara yerleştirilmeleri gerekirdi. Bu yerlerde bulaşıcı hastalıkları var mı, geldikleri bölgelerde hangi faaliyetleri olmuş kontrol edilmeliydi. İstanbul’da, Esenyurt, Fatih, Aksaray gibi semtlerde gettolaşmaları, Suriye ve Irak sınırına yakın şehirlerde Türklerden daha fazla nüfusa sahip olmaları önlenmeliydi.
Hani dillere pelesenk olmuş bir söz var ya “Eğitim şart.” diye… Artık aynı oranda dillendirmemiz gereken bir cümle daha var: “Denetim şart!”