Bir insanı yargıladığımız her an, aslında kendi ruhumuzun kapısını biraz daha kapatırız.
Yadırgadığımız her davranış, kendi gölgemizi büyütür.
Kınadığımız her seçim ise hayatın akışını gereksiz bir karmaşaya sürükler.
Çünkü yargı, dışarıya yönelmiş masum bir fikir gibi görünse de, içimizde derin bir iz bırakır. Başkasına dair kurduğumuz her kesin cümle, fark etmeden kendi iç dünyamıza da hüküm verir.
Yargı dediğimiz şey, yalnızca karşımızdakine atılan bir ok değildir; aynı zamanda kendimize saplanan bir düğümdür. Birine “bu böyle olmamalı” dediğimiz an, çoğu zaman kendi içimizde henüz iyileşmemiş bir yaraya temas ederiz.
Yadırgadığımız şey genellikle anlamlandıramadığımızdır.
Anlamlandıramadığımız şey ise bizi korkutur.
Ve korku devreye girdiğinde zihin kontrol etmeye başlar. İnsanları, olayları, hayatın zamanlamasını hatta evrenin akışını bile yönetmeye çalışırız. İşte tam bu noktada hayat ağırlaşır. İlişkiler yorulur, kalp sertleşir, ruh daralmaya başlar.
Oysa çoğu karmaşanın kaynağı hayatın kendisi değil, ona karşı geliştirdiğimiz katı bakışlardır.
İnsanları oldukları gibi bırakabildiğimizde içimizde görünmez bir alan açılır.
Bu alana huzur girer. Sezgi güçlenir. Yük hafifler.
Kınamayı bıraktığımızda özgürleşiriz.
Yadırgamayı bıraktığımızda olgunlaşırız.
Yargılamayı bıraktığımızda ise hayat, kendi kendini çözmeye başlar.
Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Naçizane birkaç küçük ama etkili hatırlatma:
– Anlamadığımız bir durumla karşılaştığımızda hemen hüküm vermek yerine, “Ben bunu neden anlamakta zorlanıyorum?” diye sormak.
– Bir davranış bizi rahatsız ettiğinde, onu bastırmak yerine orada bize dokunan duyguyu fark etmek.
– Herkesin bu hayatta kendi hızında, kendi yaralarıyla yürüdüğünü hatırlamak.
Çünkü işin en çıplak gerçeği şudur:
İnsanları ne kadar yargılarsak, kendimizi de o kadar yargılamaya mahkûm oluruz.
Kendimize alan açtıkça ise evren bize alan açar.
Yorumlar
Kalan Karakter: